Erkin Öncan
Türkiye’den bir grup gazeteci olarak, Yeni Dünya Araştırmaları Merkezi’nin organizasyonunda Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde bir hafta boyunca önemli temaslarda ve gözlemlerde bulunduk.
Gezimiz Türk basınında da yankı uyandırdı. Özellikle sağ-liberal çevreler, her Sincan gezisinde olduğu gibi bunu da ‘Çin devletinin bir planlaması’ olarak yansıttı.
Gazetecilikte neyin ne olduğu kadar, nasıl ifade edildiği de önemlidir. Örneğin, bir devletin sınırları içerisinde düzenlenen bir gezinin, o devletin ‘izniyle’ veya ‘davetiyle’ düzenlenmiş olması, ‘normal şartlarda’ gayet makul karşılanırken, aynı senaryo söz konusu devletin siyasi yapısına göre kolayca bir ‘komplonun’ parçası olarak gösterilebilir.
Çin örneğinde de, Batı medyası başta olmak üzere Çin ve Sincan bölgesiyle ilgili yıllardır aynı taktik uygulanıyor. Sınırlardan, kurallardan ve kurullardan oluşan ‘egemenlik’ kavramı, Çin söz konusu olduğunda ‘baskı modeli’ anlatısıyla işleniyor.
Tamamen antikomünist ideolojiden kaynaklanan “Biz yaparsak iyi, düşmanlarımız yaparsa kötü” anlayışı elbette Türkiye’de de hissediliyor. Bu tabloya, Uygurlarla olan tarihsel bağlarımız düzleminde, Soğuk Savaş Türkiyesi’nden kalma ‘esir Türkler’, ‘komünizmin altında ezilen Müslümanlar’ anlatısı da eklenince, Uygur meselesi Türkiye merkez siyasetinde ‘sağdan sola’ dokunulmaz, sorgulanamaz, sorgulanması teklif dahi edilemez bir ‘hassasiyet’ haline geldi.
Üstelik söz konusu coğrafya, Orta Doğu ve Orta Asya’yı kasıp kavuran cihatçı terörizmin ve özgürlük anlatısıyla ‘rejimler yıkan’ renkli devrim ideolojisinin neredeyse merkezinde bulunan, Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan olmak üzere 8 ülkeyle sınıra sahip Sincan Uygur Özerk Bölgesi’yse, işler daha da karmaşıklaşıyor.
İşte Türkiye’de, özellikle gazetecilerden oluşan Sincan gezi heyetleri, her zaman heybesinde bu tür soruları taşımak zorunda bırakılır. Bölgede Türklük, Müslümanlık mı yasaklanıyor? Komünist rejim insanları baskı altında tutuyor mu? Uygurlar fabrikalarda çalışmaya mı zorlanıyor, her Uygur ailenin evine bir Çinli erkek mi yerleştiriliyor…
Yazıya bu kadar uzun bir girişle başlamamın sebebi de bu. Elbette dünya görüşüm ve Çin başta olmak üzere dünya genelinde emperyalizmin medya ayağının dezenformasyonla çizdiği anlatıyı yakından takip eden bir gazeteci olarak, bölgeye ilişkin haberlerin toplumsal değil, siyasi amaçlar taşıdığının bilincindeydim.
Ancak yine de, bir haftalık bir araştırma gezisi Çin’in en büyük idari bölgesi olan bu bölgenin tamamını gezmek için yeterli değil. 1.66 milyon kilometrekarelik bu alan, Türkiye’nin yüzölçümünün yaklaşık 2 katından biraz daha fazlasına denk geliyor. Bir diğer deyişle, bütün Türkiye Sincan’ın içine yerleştirildiğinde dahi yaklaşık 880 bin kilometrekarelik bir alan boş kalıyor.
Özerk bölgenin başkenti Urumçi’de başlayan gezimiz, Urumçi’deki İslam Akademisi ve tarihi/güncel müzeler, Tanrı Dağları ile Yanan Dağlar’ın su havzasını Turfan’a taşıyan binlerce su tünellerinden oluşan, binlerce yıllık antik su kanalları (karızlar), Jiaohe Antik Kenti, Kaşgar’da eski şehir ve Iygdah camii olmak üzere bir dizi dini, resmi ve tarihi bölgeyi ziyaret ederek tamamlandı.
Bölgenin tamamı oldukça ilgi çekici ve öğreticiydi. Ancak ben bu yazımda, daha çok kişisel deneyimlerime ve ‘resmi ziyaretler dışı’ izlenimlerime yer vermek istiyorum.
Özellikle Sincan Uygur bölgesi konusunda Türkiye’de atlanan çok sayıda önemli tarihsel gerçeklik var. Bu nedenle, bölgeyi incelerken, bölgenin Çinlilerle siyasi ve toplumsal ilişkisinin boyutunun tam olarak kavranmasına ihtiyaç var. Zira mevcut anlatı, neredeyse Çin’in bölgeyi ‘birkaç onyıl önce işgal ettiği’ fikrini yayacak dolaylı imalarla dolu. Halbuki özellikle Uygurlar, bölgenin doğal bir parçası olarak tarih boyunca Çinlilerle yakın etkileşime sahip bir halk.
Orta Asya’daki Türki halkların Çinlilerle ve birbirleriyle ilişkisi oldukça karmaşık bir yapıya sahip. Uygurlar başta olmak üzere bölgedeki halklar hem Çin imparatorluklarıyla, hem de kendi aralarında hem ittifak, hem de savaş olmak üzere çok sayıda etkileşime girdi. Örneğin, Han Hanedanı döneminde Çinlilerle savaşan Uygurlar, Tang Hanedanı döneminde Çinlilerle birlikte isyan bastırıyordu. Aynı şekilde Uygurlar, tarihlerinde Göktürklerle çok sıkı bir iktidar savaşına girişen bir halkken, Kırgızların saldırısı nedeniyle egemenliklerini kaybetmişler, Moğol döneminde önemli bürokratik görevler üstlenmişlerdi.
Bu tarihi örnekler ‘lehte ve aleyhte’ görülebilecek şekilde, saymakla bitmez. Dolayısıyla, tarihin karmaşık ilişkilerini de, yakın tarihimiz ve günümüzdeki kompleks ilişkiyi de egemenlik, devlet, pazar, devrim, iktidar gibi tarih ve ‘toplum bilimi’ kavramlarıyla açıklamak durumundayız. Bunu yapmayan her perspektif, objektif olarak günün sonunda radikal İslamcı terörü, Batı yanlısı ayrılıkçılığı, renkli devrimleri savunur pozisyona düşüyor.
Bugün Sincan’a dair tartışmalarda yaşanan şey de tam olarak bu. Dünya ve Türkiye, yalan haberlerden oluşan bir enformasyon ağının pençesinde, Türklüğü ve Müslümanlığı bölgenin kendi yaşam koşullarında değil, radikal İslamın ve Amerikancı ideolojinin tuttuğu fenerle arıyor.
Uygurların baskı altında yaşadığı iddiası
Özerk bölgenin 3 ayrı coğrafyasında süren bir haftalık incelememizde, Çin makamlarının bizi ‘gezdirdiği’ bölgeler dışında rotadan sapmaya özellikle dikkat ettim. ‘Dinlenme saatlerimizin’ hiçbirinde dinlenmedim, kendimi sokaklara attım. Sokaklarda sertbest dolaşma konusunda, gezi boyunca bize eşlik eden Çinli rehberlerimizin de herhangi bir itirazıyla karşılaşmadığımı da not etmek isterim.
Başkent Urumçi’ye ulaşır ulaşmaz, çantamı otele bırakıp otelden çıktım ve ilk defa geldiğim Urumçi’nin caddelerinde gezmeye başladım. Dikkatimi çeken ilk şey, şehrin oldukça büyük ve modern bir görünüme sahip olduğuydu.
Zaten defalarca yazılıp çizildi ancak yine tekrar edelim: Özerk bölgenin neresine giderseniz gidin hayat çok dilli. Dükkanlar, resmi açıklamalar, tabelalar, sesli anonslar, menüler, hatta paralar. Hepsi aynı anda Çince ve Uygurca dillerinde yayınlanıyor.
Aynı şekilde, Uygurlar üniversite sınavı ve eğitim alanlarında da kendi dillerini kullanabiliyorlar.
Urumçi’de dolaşırken, Batı medyasında sıkça gördüğüm, ‘yüz tanıma sistemlerini’ de inceleme fırsatım oldu. Bölgede mahallelere giriş yaparken insanlar yüz tanıma sistemleri kullanıyor ve ‘mahallenin kapısı’ açılıyor. Bu arada aynı sistem Çinliler için de geçerli. Ben de, mahallesine giriş yapan birinin ardından açılan kapıdan giriş yaptım. Girdikten sonra karşılaştığım güvenlik yetkilisine yürümek istediğimi söyledim, herhangi bir itirazla karşılaşmadım.
Dolaştığım mahalle, evler ve dükkanlardan oluşan sıradan bir mahalleydi. Sisteme dair sorular sorduğum Uygurlar, söz konusu sistemin güvenlik nedeniyle uygulandığını söyledi.
Öte yandan, mahallede hiç polis görmedim, bölge genelinde de çok az polis var. Gördüğüm polisler silahsızdı.
Bunun yanında, neredeyse her evin ve dükkanın kapısında bulunan ilanlar dikkatimi çekti. Bu ilanlarda, o hafta bölgede görevli polis memurlarının isimleri ve telefon numaraları yer alıyor. Vatandaşlardan, polis ihtiyaç duyulduğunda telefon numaralarını aramalarını veya ilanda yer alan QR kodunu taramaları isteniyor. Aynı sistem sağlık işlemleri için de geçerli.
Dolaştığım süre boyunca iki tane ‘mahalle kavgasına’ denk geldim. İki örnekte de kavgayı ayırmaya polis değil, kollarında kırmızı bantlar bulunan siviller geldi ve olay tatlıya bağlandı.
Anlaşılıyor ki Çin yönetimi, yaşam alanlarında asayişi ağırlıklı olarak dijital otomasyon üzerinden sağlıyor. Temel asayiş meseleleri, yerel gönüllülere ve çeşitli merkezlere devredilmiş durumda.
Gezimiz sırasında bizdeki muhtarlık benzeri görevler üstlenen bir mahalle merkezini de ziyaret ettik. Merkezde, banka, polis ve nüfus temsilcilikleri bulunuyor. Aynı şekilde, hukuki danışmanlık almak isteyen vatandaşlar için her an ulaşılabilecek bir ‘online avukat’ da bulunuyor. Bu merkezlerde ayrıca oyun odası, masaj odası ve vatandaşların TikTok çekebilecekleri bir ‘sosyal medya odası’ da bulunuyor.
Mahalle merkezinde vatandaşlar ayrıca, ihtiyaç duydukları sağlık ve temizlik ürünlerine erişebiliyor. Aynı şekilde, mahallesinde evinin önünü süpüren veya sosyal yardımlaşmaya dahil olan vatandaşların biriktirdikleri ‘puanlarla’ ücretsiz bir şekilde alabilecekleri eşyalar bulunan raflar yer alıyor.
Bütün bu sistem, her köşe başında silahlı bir polis ekibinin hazırda beklediği, ‘polis devleti’ modelinin savunucuları açısından ‘baskıcı’ bulunabilir.
Dini ve kültürel baskı iddiaları
Ziyaretimiz sırasında ayrıca çok sayıda dini merkezi ve camiyi de gezme fırsatı bulduk. Elbette, resmi gezinin dışında, dinlenme saatlerinde benzer mekanları tek başıma gezmeye de özen gösterdim.
Sincan’da ‘camilerin boş olduğuna’ yönelik çok sayıda haber yayınlanıyor. Gerçekten de, namaz saatleri dışında kimse camide fazladan vakit geçirmiyor. Konuyu sorduğum bir Uygur vatandaşı, “Namaz dışında neden camiye gitmiyorsun?” sorumu eliyle bir yeri işaret ederek yanıtladı. Gösterdiği yer, neredeyse gezdiğim her sokakta gördüğüm, hem yemek yenen, hem de içecek servisinde bulunan mekanlardı.
Burada bir parantez açmam gerekiyor, Uygurlar gerçekten çok sosyal insanlar. Gece geç saatlere kadar kadın-erkek, genç-yaşlı çok sayıda Uygur sokaklarda. Bizdekinin aksine, Uygur kültüründe yemek yeme ve ‘cafe/bar’ benzeri mekanlar ayrı değil, tek mekan olarak kurgulanmış.
Bütün bu sistem, camileri veya tarikat merkezlerini tek sosyal alan olarak gören, kamusal alanı dini inanca göre tanımlama özlemi duyan, hayatı yalnızca dini kurallara göre dizayn etmek isteyen, inanç temelli ‘tek tip toplum’ savunucuları açısından ‘baskıcı’ bulunabilir.
Siyasi baskı iddiaları
Çin Komünist Partisi, ülkenin iktidar partisi ve en büyük gücü olsa da tek siyasi parti değil. Çin’de, her partinin liderinin bakanlık veya başkan yardımcılığı düzeyinde siyasi konuma sahip olduğu, ulusal halk kongrelerinden oluşan, delege sistemli ve adına ‘halk demokrasisi’ dedikleri karmaşık bir siyasi sisteme sahip. Bu, Çin devriminin aynı zamanda bir ‘ittifaklar devrimi’ olmasından kaynaklanıyor.
Dolayısıyla, Çin’in diğer bölgelerinde olduğu gibi, Sincan Bölgesi’nde de tek parti ÇKP.
Parti simgelerine ve orak-çekiç sembolüne kamusal alanda çok sık bir şekilde rastlansa da, ülkemizde gördüğümüzün aksine, devlet başkanı portresine (Xi Jinping) hiç rastlamadım. Nedenini sorduğum bir ÇKP’li, bunun partinin kurumsal kimliğiyle ilgili olduğunu, önemli olanın parti yetkilisinin değil, partinin kendisi olduğunu, bu nedenle Çin’de -Mao Zedung ve Deng Xiaoping gibi tarihsel liderler dışında- devlet başkanı portrelerinin kamusal alanda çok bulunmadığını söyledi.
ÇKP, siyasetin tamamı üzerinde yönetici pozisyonda bulunan bir parti. Çin, kendisini ‘sosyalizmin birincil aşamasının ilk başlangıcında’ kabul ediyor. Anayasal tanım olarak, “Halkın demokratik diktatörlüğü altında sosyalist devlet.” Halkın egemenliğini sağlayacak siyasi araç ise ÇKP olarak görülüyor.
Bütün bu sistem, kapitalist piyasa ekonomisinin kurallarında işleyen, sembolik ‘temsiliyete’ sahip, tekellerin egemen olduğu ‘Batı demokrasisi’ veya tek iktidarın söz konusu yapının din anlayışına göre şekillendiği ‘şeriat devleti’ savunucuları açısından baskıcı bulunabilir.
‘Türklüğe baskı’ iddiaları
Sincan Uygur bölgesine dair en çok öne sürülen iddialardan bir diğeri de, ‘Uygurların Türklüğünü yaşayamadığı’ yönünde. Bu konuda en başta, yalnızca Çin değil, eski Sovyet ülkelerinde yaşayan Türki halkların da Soğuk Savaş döneminde CIA tarafından geliştirilen ve desteklenen Türkiye Türkçülüğünden çok çok farklı anlayışlara sahip olduğunu söylemek gerekiyor.
Uygurlarla akraba olduğumuz çok belli. Gezdiğim yerlerde, yaklaşık yüzde 40 düzeyinde de olsa Uygurlarla anlaşabilmek gerçekten çok büyük bir mutluluktu. Tanıştığım Uygurların hepsine, sormayı henüz gitmeden planladığım şu soruyu sordum:
“Sen Türk müsün?”
Konuştuğum Uygurların hepsi aşağı yukarı aynı yanıtı verdi. Uygurlar, Türklerle Uygurların kardeş ve akraba olduğu, ancak ayrı halklar olduğu görüşünde. İstisnasız hepsi, ‘Çin vatandaşı ve Uygur’ olduklarını söyledi. Bunu elbette ‘ÇKP propagandasının bir sonucu’ olarak görenler olacaktır. Ancak aynı anda, Uygurlara ve en genel başlıkta Türk dünyasına ait mirasın da sıkı bir şekilde korunduğunu da gözlerimizle gördük.
Özellikle, Kutatgu Bilig’in yazarı, Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi yazan ve ilk nazım şeklini kullanan Yusuf Has Hacip’in anıt mezarı oldukça dikkat çekiciydi. Türbenin duvarlarında Yusuf Has Hacip’in eserlerini hem hem Latin, hem de Uygur alfabesiyle görmek ve mezarın önemli bir kültür miras alanı olarak kabul edilmesi, yönetimin tarihe bakışı konusunda önemli ipuçları barındırıyor.
Bu olgular da, ‘Turan’ olarak tanımlanan ve ‘Türk dünyasına’ mensup diğer ülkelerde neredeyse hiçbir siyasi güce sahip olmayan, Batı destekli bir siyasi ‘devletler birliğinin’ savunucuları tarafından ‘göstermelik’ veya ‘baskıcı’ bulunabilir.
Zorla çalıştırma iddiaları
Sincan’daki gezimizde önemli üretim merkezleri ve fabrikaları da gezdik. Örneğin, pamuk işlenen bir tekstil fabrikası oldukça dikkat çekiciydi. Ancak ‘zorla çalıştırmanın’ aksine, az sayıda işçi gördüm.
Dünya basınında öne çıkan ‘zorla çalıştırma’ iddialarına ilişkin, ‘zorla çalıştırma olmayan fabrikalara götürüldüğümüz’ söylenebilir, hatta ‘sırf biz gidiyoruz diye işçilerin bir yerlere saklandığı’ da iddia edilebilir.
Bu tür iddiaları Türkiye ve dünyada ciddi ciddi savunanlar olsa da, fabrikaların önemli bir kısmının ileri düzeyde otomasyon sistemleriyle çalışması ‘bazı soru işaretleri’ yaratıyor.
Bu tür iddiaların doğru olabilmesi için, gördüğümüz her şeyin ‘göstermelik’ olması gerekiyordu diye düşünüyorum. Bu da, Çin yönetiminin, sırf kendi iddialarını destekleyebilmek adına, yılda birkaç kere bölgeyi ziyaret eden gazeteci grupları için milyarlarca dolar harcayarak dev bir film seti kurduğuna inanmak demek.
Elbette bu iddialar da, komünist parti tarafından merkezi planlamayla harekete geçirilen bir üretim gücü yerine kapitalist piyasa ekonomisinin, ‘fırsat eşitliği’, ‘hür teşebbüs’ söylemleriyle vahşi rekabet koşullarını savunanlar tarafından ‘baskıcı’ bulunabilir.
Hiç olumsuzluk yok muydu?
Sincan gezimizin genelini iki kavramla anlatmak mümkün: Refah ve kalkınma.
Uygurların da, bölgede yaşayan, görevli/yönetici pozisyonundaki Çinlilerin de temel hedefi, temel kaygısı ve temel övünç kaynağı işte bu iki kavram.
Türkiye ve Batı medyasında var olduğu iddia edilen sorunların tamamı da bu bu iki kavramla bir daha geri alınamayacak düzeyde çözülmüş durumda.
Peki hiç mi olumsuzluk yoktu? Elbette vardı. Üstelik, rastladığım olumsuz noktaların hiçbirini Türkiye ve Batı medyasında görmemiş olmak, ancak bu sorunların Çin’de gerçekten gündemde ve açık bir şekilde konuşulabiliyor olduğunu görmek de ayrıca şaşırtıcıydı.
Çin merkezi yönetimi, Sincan özerkliğine ciddi düzeyde yatırımlar yapıyor ve bu yatırımların devamı gelecek. Ancak, konuştuğum bazı Uygurlar -özellikle gençler- yatırımların ‘daha hızlı gelmesi gerektiği’ görüşünde.
Bunun yanında, Han Çinlilerinin yoğun bir şekilde yaşadığı Urumçi'de, Çinlilerle Uygurlar arasında bir nevi sınıfsal fark olabileceğine yönelik şüphelere kapıldım. Büyük mağazaların, tanıdık markaların ve pahalı ürünler satan dükkanların neredeyse hepsi Han Çinlilerine aitken, daha küçük, yemek ve turizm odaklı ve daha bakımsız olduğu belli dükkanlar Uygurlara aitti.
Bu gözlemimi, bölgede tanıştığım, Han Çinlisi bir ÇKP yetkilisine sordum. Gözlemimin tamamen doğru olduğunu söyledi ve azınlıklarla merkez arasındaki gelir düzeyi farkının zaman içerisinde kapanmakta olduğunu, farkı tamamen kapatmanın da ÇKP’nin yazılı, resmi hedefleri arasında bulunduğunu söyledi. Yetkiliyle yaptığım görüşmenin ardından, ardı arkası kesilmeyen yalan haberlerle uğraşmaktansa, bu tür yatırımları takip etmenin bölgede yaşayan uzaktan akrabalarım için daha faydalı olacağı sonucuna vardım.
Konuştuğum aynı yetkiliye, Sincan’da ve Çin genelinde ÇKP üyeliği konusunda, özellikle gençler arasında partiye üyelik başvurularında ideolojik bağdan ziyade gelecek kaygısının belirleyici hale gelip gelmediğini de sordum. Çünkü bu, yanıtını gerçekten merak ettiğim bir soruydu. Yetkili, gençlerin başvurularında ideolojik bağın da etkili olduğu görüşünde, ancak benim tespitimi de reddetmedi, tespitimi ‘gerçek bir işaret’ olarak tanımladı ve buna karşı eğitim/propaganda faaliyetlerinin aktif bir şekilde sürdürüldüğünü söyledi.
Urumçi’de bir karaoke barda tanıştığım, ÇKP üyesi olan bir Uygur’a ise, Sincan bölgesine yönelik yoğun iç turizm nedeniyle, Uygur kültürünün ve Uygurlara ait tarihi mekanların bir nevi ‘turizm nesnesi’ haline gelme riski olduğunu, bu görüşümü paylaşıp paylaşmadığını ve bu konuda ne düşündüğümü sordum.
Kendisi bu tespitimi reddederek, ‘dışarıdan gelen biri olduğum için’ dikkat çekici bulduğumu iddia etti. Kendisiyle, bir dahaki gelişimde buluşup köyleri gezmek üzere sözleştik.
Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşadığım bir haftalık çalışma gezisi, bana her şeyden önce Uygurların ve Çin’in ülkemizde ne kadar az bilindiğini gösterdi. Üstelik bu ülkede Uygurlarla birlikte toplamda 56 etnik grup var.
Bölgeye dair algıyı şekillendiren şey, bölgeye ait kaynaklar değil, bölgeye ait kaynakların tamamının yalan ve ‘ÇKP propagandası’ kabul edildiği tek taraflı, edilgen ve en önemlisi sağ-liberal ideoloji tarafından şekillendirilen propaganda faaliyeti.
Özellikle Sincan konusuna şüpheli yaklaşan okurlarımıza soralım: Sincan’la ve hatta Çin’le ilgili, Çinliler tarafından yapılan kaç açıklamayı kaynağından, herhangi bir Batılı ajansın aktarımı olmaksızın, doğrudan Çin ajanslarından okudunuz? Bu sayıya vereceğiniz yanıt, maruz kaldığınız tek taraflı propagandaya dair önemli ipuçları sunacaktır.
Bütün bu nedenlerle, gezimizin son durağı olan Kaşgar sokaklarında yürürken, Uygurlardan çok kendi ülkemi düşündüm. Artısıyla eksisiyle, devasa bir özerk bölge olan bu coğrafyaya dair çok az şey biliyoruz.