Ormanlar yandı, su döngüsü kırıldı

Türkiye son yılların en sıcak, en kurak dönemlerinden birini yaşıyor. Sadece ağaçlar yanmadı; iklim dengesi de kırıldı. Ülkenin dört bir yanında, ormanlarla birlikte su kaynakları da azalmaya başladı. Artık bu mesele yalnız doğanın değil, toplumun ve ekonominin meselesi.

Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre 2025 yazında 5.231 yangın çıktı, yaklaşık 64.500 hektar alan zarar gördü. Bu rakamlar sadece bir yaz mevsiminin değil, geleceğin habercisi. Çünkü her yanan hektar, sadece ağaç kaybı değil; toprağın su tutma kapasitesinin, yeraltı kaynaklarının ve yağış düzeninin de zayıflaması demek.

Artık birçok şehirde, özellikle Ege ve Akdeniz hattında, suyun azalması doğrudan hissediliyor. Türkiye’nin su döngüsü, ormanlarla birlikte yara aldı. Bir zamanlar yazın bile serin olan vadiler bugün kavruluyor; dereler yaz ortasında kurumaya başladı.

Ben yıllardır orman yangınlarında gönüllü olarak çalışan biriyim. Sahada gördüğüm tablo net: Orman yanınca sadece doğa değil, yağmurun geleceği de yanıyor. Çünkü orman; bulutun, gölgenin, nemin, serinliğin kaynağıdır. Ağaç yaprakları buharlaşma yoluyla atmosfere nem taşır, yağışın oluşumuna katkı sağlar. Gövde ve kök sistemi suyu toprağa emer, yeraltına taşır. Yangınla bu sistem çöküyor. Toprak suyu tutamıyor, ilk yağmurda yüzey akışıyla sel oluyor.

Bu kırılmanın etkisi her yerde aynı: su azalıyor.
Barajlarda doluluk oranları düşüyor, kuyu suları çekiliyor, dereler kesiliyor. Suyun azalması yalnızca içme suyu problemi değil; tarım, hayvancılık, sanayi ve turizm gibi sektörleri de tehdit ediyor.

Turizm bu zincirin en zayıf halkası hâline geldi.
Yeşilin yok, suyun yok, doğan yanmış… Peki turist neden gelsin?
İnsanlar deniz, doğa, gölge ve huzur için geliyor bu ülkeye. Ama ormanlar yanarken, dere yatakları kururken, gökyüzü dumanla kaplıyken turizmi nasıl sürdüreceğiz?

Benim yaşadığım yer Bodrum. Uzun yıllardır orman yangınlarının etkisini en derinden hisseden bölgelerden biri. Burada artık sadece ormanlar değil, su da yok. Musluklardan günlerce su akmıyor. Sarnıçlar kurumuş, barajlar alarm veriyor. Deniz turizmi bile bu durumdan etkileniyor; çünkü suyun çekilmesiyle kıyı ekosistemleri bozuluyor.

Bu tabloyu Bodrum’la sınırlı sanmak hata olur.
Aynı sorun Antalya’da, Mersin’de, Balıkesir’de, Manisa’da, hatta İç Anadolu’daki birçok göl havzasında da yaşanıyor. Türkiye’nin yeşili azaldıkça, suyu da azalıyor. Su azaldıkça tarım zayıflıyor, üretim düşüyor, fiyatlar artıyor. Yani yangınların faturası yalnızca çevresel değil, ekonomik bir yıkım haline geliyor.

Bilim insanlarına göre Akdeniz havzasında aşırı sıcak hava dalgalarının görülme olasılığı 10 kat arttı. Bu, yangın riskinin kalıcı hale geldiğini gösteriyor. Her yaz biraz daha uzun sürüyor, her yaz biraz daha fazla yakıyor. Bu tabloyu değiştirmek için artık günü kurtaran değil, önleyici politikalar gerekiyor.

Yangın söndürmek tek başına kahramanlık değil; yangını çıkarmamak akıldır.
Erken uyarı sistemleri, orman–yerleşim arası planlama, elektrik hatlarının bakımı, su hasadı sistemleri ve yerel gönüllü eğitimleri bir bütün olarak ele alınmadıkça bu döngü kırılamaz.

Orman köylerinde yaşayan insanlara eğitim, ekipman ve teşvik sağlanmalı. Yangın sonrası rehabilitasyon yalnızca fidan dikmekle sınırlı kalmamalı; su rejiminin, toprağın ve mikro iklimin onarımı hedeflenmeli. Ağaç dikmek kolaydır, ama o ağacın yaşaması için gereken suyu geri getirmek çok daha zordur.

Bugün Türkiye’nin geleceği, suyla birlikte yanıyor.
Bu yüzden artık “yangın söndü” demek yeterli değil.
Gerçek soru şu olmalı: Yağmur geri dönecek mi?

Cevap, bizim alacağımız önlemlerde gizli.
Doğayı korumak, suyu geri kazandırmak, yangını önlemek — bunlar artık çevrecilik değil, gelecek nesillere karşı sorumluluk. Çünkü ormanlar sadece yeşil değil, aynı zamanda ülkenin akciğerleri, suyun kalbidir.

Ben hâlâ sahadayım.
Her yangından sonra aynı sessizliği dinliyorum: duman çekildikten sonra kalan o sessizlikte toprağın feryadını duymak mümkün.
Ama biliyorum ki doğa kendini onarabilir.
Yeter ki biz, onu bir kez daha yalnız bırakmayalım.