Sarartılan umutlar

Fransa’da, yüksek yaşam maliyeti, vergilerin çalışanlara yüklenmesi, yöneticilerin emekçilere karşı tutumları gibi ekonomik ve siyasal sorunları protesto nedeniyle Kasım 2018’de bir hareket başladı. Şehirlerden kırsal kesimlere ve çevre ülkelere de sıçrayan hareketin sembolü, sürücülere zorla giydirilen sarı yelek oldu. Sarı güzel bir renktir. Güneşin rengidir. Hep göze çarpar. Taksiler sarıdır. Filmlere işlemiştir. Mesela Amerika’daki Taksi Şoförü (Taxi Driver / Martin Scorsese, 1968) gibi. Ya da gurbetçi taşıyan Sarı Mercedes (Tunç Okan, 1992). Bir devrmciyi anlatan Maden’de (Yavuz Özkan, 1978) baretler sarıdır. Yellow Submarine’i (George Dunning, 1968) anmadan geçmek olmaz. Takımların ise tamamlayıcı rengidir. Yıllar boyunca değişen anlamıyla sarı lalenin de hatırı sayılır.

Örnekler sonsuz. Ancak yazımızın konusunu oluşturan sarı için bu kadar olumlu konuşmak mümkün değil. Mesela Mısırlı’lardan başlayalım. Eski Mısır’da sarı, gözden düşmeyi ve utancı simgeliyor. Bir de sendikacıların, sendikaların sarısı vardır ki Eski Mısır’a rahmet okutur. Türkiye’de işçi sendikacılığında da memur sendikacılığında da şahit olunan bir durum.

Türk-İş Başkanı Ergün Atalay ile Çalışma Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk arasındaki açık kalan mikrofona yansıyan konuşması hatırlardadır. Atalay, iktidarın düşük zam teklifini kabul etmesini Bakan Selçuk'a, "Uzarsa işi karıştıracağız. En azından kapattım böyle" diyerek açıklamıştı. Hâlbuki mangalda kül bırakmamıştı. Son sözleşmede bu “sert” tavrını daha sonra da sürdürdü. İktidar yanlısı Hak-İş ile. Dedi ki: “15 Temmuz'a kadar talepler karşılanmazsa grev kararı alacağız!” Olmadı. Türk-İş Başkanı yerine imza atıldı. İmza atanlar bakanlıktan kaçar gibi uzaklaştı.

Gelelim memurlara. Memurların, işçilere göre işlerinin sürekliliği ve güvencesi vardır. Bu nedenle eskilerde memur, gözde damat ya da gelindir. Yine de bu güvence sürgünü engellemez. Çok geçmişe bakarsak Tolga Saçıkara, Osmanlı’da kalemiye ya da kâtipliğin bugünkü memuriyet sisteminin karşılığını oluşturduğunu belirtiyor. Tayinleri, ehliyet ve liyakat düzenine göre yapılır. Ancak iş göremez hâle geldiklerinde emekli olabilen kâtiplere maaş bağlanır. Tabii insanlara hizmet şiarıyla devlet için yapılan bir görev diye kabul edildiğinden hak arama gibi bir düşünce bulunmaz.

Türkiye’de de hak arama, işçiler için olduğu gibi memurlar için de kâğıt üzerinde bile kalmadığı uzun bir dönem geçiriyor. 1965’te yalnızca örgütlenme hakkı verildi. 12 Mart darbesiyle memurların örgütlenmesi yasaklandı. 1985’te sendikal örgütlenmeler başladı ama kapatıldılar. Sendikal örgütlenmeler baskılara rağmen sürdü. 2012’de kabul edilen bir yasayla, grev hakkı olmayan bir toplu sözleşme dönemi başladı. İktidarı üzmeyen ilişkilere önem veren örgütlerde sendikacılık sarılaşmayı tercih etti.

Haziran 1995’te on sendikanın birleşmesi ile Memur-Sen Konfederasyonu kuruldu. 1. Genel Kurulu’na sunulan faaliyet raporunda, Memur-Sen’in amaç ve ilkeleri iktidarın görüşüyle paralellik gösteriyordu. Buna göre, konfederasyona bağlı sendikalar, “manevi değerlere saygıyı, hak ve hukuk kaidelerine bağlılığı temin, çalışma barışını tesis etmeyi, adil ücret sistemini getirip alın terini değerlendirmeyi” gaye ediniyordu. Ne demekse “Ücret sendikacılığı sığlığına mahkûm olmaksızın akademik hizmet sendikacılığını” Türkiye’ye kazandıracaklardı. Üstelik bir de ulvi gayesi vardı: “İşveren bakanlıkların sorunlarının çözülmesi.”

Aynı yılın Aralık ayında Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu kuruldu. KESK amacını “Çalışma yaşamında ve hayatın diğer alanlarında üyelerin ve tüm emekçilerin ekonomik, demokratik, sosyal, siyasal, kültürel, mesleki, hukuksal ve özlük haklarını ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek” olarak belirledi. Ancak KESK, Memur-Sen kadar uslu durmadı. Kuruluş gerçekleşmeden eylemler yaptı. İlk iş bırakma eylemi “Hak Direnişi” kamuoyundan destek buldu. Sendikaların taraf kabul edilmesi için 1994 yılında 20 bin kamu çalışanı Ankara’da toplandı. Ardında ilk iş bırakma eylemi yapıldı. Polisin bu eylemlerde tavrı sert oldu. Ankara’da memurlar coplandı. Kamuoyunun ve medyanın yoğun tepkisi üzerine, memurlara yüzde 5 zam verileceği açıklandı. Bu zam tarihe “cop zamım” olarak geçti. Dönemin cumhurbaşkanı Demirel’in “Ben devleti felç ettirmem” sözüne karşılık iş bırakma eylemleri gerçekleştirildi.

Kamu çalışanlarının eylemleri ile toplu görüşme değilse de toplu pazarlık hakları kullanılabildi. Günümüze gelindi. Ancak sendikaların toplu görüşmeye katılabilmesi için çoğunluğu elde etmesi gibi zorluklar bitmedi. İktidarın elindeki bu tür yasal olanaklar ve ilan edilmeyen “sıkı para politikası” görüşmeleri tıkadı ve iş Hakem Heyeti’ne kadar vardı. 18 Ağustos’tan itibaren eylemler yapıldı. Ama konfederasyonlar birlikte davranamadı. Memurların yaz tatilinde olduğu bir sırada grev hakkı çağrısı ve talebi cılız kaldı. Attıkları taş kurbağaya değmedi.

Hakem Heyeti’nde işveren yani iktidarın sahaya 7-0 galip çıktığı toplantılarda, Memur-Sen de gerçi Maliye Bakanlığı’nın önünde eylem yapıp suçu “Hakemde yetki yok, Şimşek’te vicdan yok” sloganıyla Bakan’a attı ama slogan İngilizce olsaydı da fark etmeyecekti. “Toplantıya katıldım, yok katılmıyorum” diye oyalanırken Üsküdar’a geçilmişti. Konfederasyonlar ellerindeki boykot silahını kullanmayarak ki bu sayede kurulda yeterli çoğunluk sağlanamayacak, konu Meclis’e kadar gidecekti. Muhalefetin desteğiyle memur ve emeklilerin haklarında artış da sağlanabilecekti. Meseleyi kameralar önünde nutuk atmak sanan ve emekçilerin birleşmesi için çabalamayanlar sayesinde 6,5 (yazıyla altı buçuk) milyon memur ve emeklisi, umutlarını sarartan bir puana razı edildi.

Önemli Not: 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu ve mutlu olsun.