Türkiye’de, temeli Osmanlı’da olan basın, özgürlük açısından yaşamına neredeyse 1-0 mağlup başladı. Zira çıkan ilk gazete Takvim-i Vakayi resmi gazete niteliğindeydi. Sultan II. Mahmud’un “tebaasına” devlet işleyişiyle ilgili haberleri iletmek üzere yayımlanmıştı. İletişim Fakülteleri’nde hâlâ basın tarihi okutuluyorsa, sınavlardaki ilk soru çoğunlukla budur. Ancak üzerinde durulmayan, bu tebaaya iletilecek gelişmelerin aslında resmi ideolojiyi yeniden üretme amacını gütmesiydi. Noam Chomsky ve Edward S. Herman’ın “Rızanın İmalatı” kitabında ele aldıkları propaganda modelinde, -kimlerin denetiminde olduğu belli- büyük medya kuruluşları, insanlarının arzu etmediklerini arzu ediyormuş gibi görmelerine, karşı çıkacaklarına rıza göstermelerine aracılık etmektedir. Hayır, Sultan II. Mahmud’dan esinlenmiş olamazlar. Olsa olsa 1922’de yazdığı “Kamuoyu” kitabında konuyu ele alan Walter Lippman’dan etkilenmişlerdir.
Propaganda modelinde, hangi haberlerin kitlelere ulaştırılacağına -bir nevi eşik bekçiliği-, nasıl ambalajlanacağına, muhaliflerin nasıl boşa bastırılacağına bakılır. İktidar ve kapitalistlerin finanse ettiği ve uygun gördüğü uzmanların bilgisine dayanır. İktidar ve işbirlikçileri, ayrıca dinden ve sistemin muhaliflerinin düşmanlaştırılmasından yararlanır. Bütün bunlar yetmedi mi? Tasalanmayın sansür var.
Alpay Kabacalı, Osmanlı’da sansürün, dini kitaplar nedeniyle, matbaanın açılmasından önce başladığını yazar. Sonra özel de olsa iyi kötü gazeteler çıkar ortaya. O zaman boş durmamak gerekir. Şimdiki gibi birçok yasa devreye girer, sansür resmen 1845’te Polis Nizamı ile arz-ı endam eyler. Sonra görülür ki sansür için nizamnameye pek de ihtiyaç yoktur. Mesela Tercüman-ı Ahvâl, sadrazam buyruğu ile kapatılır. Bu sansürde veya kapatmalarda neden beş aşağı beş yukarı aynıdır: hükümdarlığın dini, ahlaki ve siyasal konuya hassasiyeti. Uymayanlara Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Ahmet Mithat Efendi, Bereketzade İsmail Hakkı ve Nuri Bey, soluğu demir parmaklıklar arasında alır.
Sansür her yerdedir. Abdülhamit döneminde tramvay biletlerine bile sansür uygulanır. 12 Eylül cuntasını da etkilemiştir bu sansür adeta. Anayasa oylamasında kullanılacak “hayır” pusulalarının renginin mavi olması sorun yaratır. Asker, maviyi bir şekilde yasaklar, zira o kelime “hayır”ı ima etmektedir. Mavi kartların imha edileceği haberini yayınlanmasını, İETT’nin yalanlama haberinin takibi cunta döneminde “felâketti.” Herhangi bir şey çağrıştırmasın, bazı gazetelere maddi yardım da yapılır. Apartmanların kapısına değil doğrudan elden teslim sağlayan abonelik sistemi de o yılların uygulamalarındandır. Abone defterinde 3 binden fazla kayıt vardır. Trollerin temeli de belki o yılların ürünüdür. İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Yıldız Sarayı’nda ele geçirilen 2 bini aşkın jurnalcinin jurnallerin sayısı 22 bin 482’dir.
Hükümdarlığın idaresindeki telgraf ve matbaadan sonra iki teknolojik sayılabilecek gelişme daha vardır. Telefon ve sinema. Onlar da yöneticiler için korku kaynağıdır. Telgrafa denetlenebilir bir araç diye bakılır. Ancak 1881’de imparatorlukta kullanılmaya başlanan telefon herkesin yararlanabileceği bir teknolojidir. Muhaliflerin haberleşmesini engellemek mümkün değildir. O yüzden yasaklanır. Tiyatro da sansürden üzerine düşeni alır.
Sinema 1895’te adımını attığı Osmanlı’da 1896’da sansürle tanışır. Sinemada, filmlerin keyfi yasaklanmasının yanı sıra televizyon haberlerinin öncüsü olan haber filmleri de denetimlere takılır. Mersin’de 1902’de bir gazinoda Sultan Abdülaziz’in at üzerindeki suretinin gösterilmesi uygun bulunmaz ve polis tarafından durdurulur. Sinema Nizamnamesi’nden sonra sansür netleşir. Elbette bu “icat”ların kullanılabilmesi için elektrik gerekmektedir. Abdülhamid, bir tür elektrik yasağı da getirir. Dinamo da sorunu çözemez, zira getirilmesi özel izne tâbidir. Sinemada elektrik kullanımı bile Fen Müşavirliği’nin iznine bağlıdır.
Yine de cephelerden gelen görüntüler ilgi çekicidir. Başta kafasına esenin denetlediği, yasaklayabildiği filmler, kısa adıyla Sinema Nizamnamesi’nin 1903’te yayınlanması ile kurallara, sansür demek daha doğru olur, bağlanır. Saltanata bağlı memurların onayı olması gerekmektedir. Ordu ile ilgili görüntüler padişah izni olmadan beyaz perdeye yansıtılamayacaktır. Eğitici, terbiyevî filmler yapılacaktır. Çekim imtiyaz sahipleri, aile hayatı ile ilgili “en nezih” filmleri göstererek genel ahlakı iyileştirmekle sorumludur. Nizamnameden sonra ilk sansür, iki Fransız’ın seferden alınan bir vapurun römorkla götürülmesi sırasındaki çekime gelir.
Cumhuriyet dönemi de çok farklı değildir. Filmlerin denetimine ilişkin yasanın 1939’da görüşülmesi sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, haber filmlerinden bahsederken, “… hadisatı tesbit eden filmler. Bunlar amatörler veya o işle iştigal edenler tarafından yapılır… memleket leyh ve aleyhinde propaganda mahiyetindedir… behemehal hükümet tarafından kontrol edilmesi lâzımdır.” Ayrıca filmleri beğenmeyenler olursa, emniyete şikâyet etmekte, afişleri yırtmakta, koltukları kırmaktadır. Trollerin daha ilkel versiyonu.
İktidarların gazetelerden, sinemadan korkusu bugün de sürer. Aslında üzerine birilerinin icat çıkarıp televizyonu yapması, 1968’de TRT’nin yayına geçmesi, özel televizyonların ortaya çıkmasına ne gerek vardı? Hâlbuki 1974-1977 yıllarında, cuma geceleri televizyon seyircisini eve kilitleyen, David Janssen’in Dr. Kimble rolünü üstlendiği Kaçak (The Fugitive / James Frawley, 1963) gibi dizilerle yetinilseydi, her şey güllük gülistanlık olurdu. Zaten Charlie’nin Melekleri (Charlie's Angels / Aaron Spelling, 1976), Görevimiz Tehlike (Mission Impossible / Reza Badiyi, 1966) uyutma görevini üstleniyordu. Dizileri, filmleri destekleyen hatta önüne geçen ise 1971’den itibaren futbol maçlarının yayını ve 80 sonrası televoleler oldu.
Televizyon yayınlarında tematik kanal dönemine geçildiğinde haber kanalları kendini göstermeye başlar. Kendini gösteren bir başka kuruluş ise Radyo Televizyon Üst Kurulu olur. İktidar partilerinin temsilcilerinin ağırlıkta olduğu 1996’da oluşan kurul, muhalif kanallar üzerinde yoğunlaşır, cezalar verir. Kurul dışında sonraları mahkemeler de devrededir, “alt yazı” dâhil hiçbir şey affedilir değildir. Haberleşme teknolojisinin son adımlarından, ilk günlerinde özgürlüğü çağrıştıran internette olduğu gibi.
Sonuçta sansür seven, teknolojiden korkan, her şeyin denetimleri altında olmasını isteyen bir ırkın ahfadıyız.
Not: “Gazetesiz hükümet mi yoksa hükümetsiz gazete mi olsun sorusuna cevap vermek bana düşse, bir an tereddüt etmeden ikinciyi seçerim.” Thomas Jefferson, 1787