“Suskunluğun öbür yüzündeki çığlığın tabiatı nedir? Bazı hatıraların dile getirilemez, unutulmuş olmasının anlamı nedir, önemli midir? Bu bihaber kalma rahatlığının gizli bir bedeli var mıdır?..”
Travmayı tıp bilimine bıraktığı (bırakabileceği) etkiler üzerinden bir bozukluk olarak kabul ettiren Judith Lewis Herman, Travma ve İyileşme adlı önemli eserini bu cümlelerle açıyor. Akut travma ve kronik travma mağdurlarının taşıdığı izlerin yaşam boyu nelere mal olduğunu bir bir anlatıyor. Ve diyor ki, vahşet gömülmeyi reddeder. Çünkü vahşet bir hortlaktır. Bizzat yaşayan, tanık olan ve risk taşıyan herkes için. Dile gelemeyen dilsiz olan acı bedende somutlaşır. Somatisazyon, bedenselliştirme ile travma adeta acı dolu bir organa dönüşüp eklenir bedenimize. Acısına dayanamadı o da gidiverdi ardından… Gidivermek, aniden gidivermek. Ne kadar yumuşak geliyor kulağa. Melek olmak, uçuvermek, sonsuzluğa yürümek… Dilin doğası bizi iyileştirecek kadar şefkatli olsa da hayat geride kalan için nasıl devam eder?
“Vahşet gömülmeyi reddeder”
Evet, biz tanık olanlar da yanıyoruz. Ama asıl yanan ve bir ömür yanacak olanlar için hayat geri döndürülemez biçimde değişmiştir. Suskunluk, inkar, öfke, yabancılaşma… Ve yok olma-olabilme arzusu, geride kalan için her gün yanmak…
“Korkunç olay hakkındaki gerçeği hatırlama ve anlatma, hem sosyal düzenin onarılması hem de bireysel kurbanın sağaltımının ön şartıdır.”
Aslında asıl mesele gerçeğin ‘kötücül ikizine’ teslim olmamak. Nedir bu; olan oldu söylemi. Mağdurun mağdurluğuna bile saygı gösterememe, karşımızdakinin kaybının gerçek değerini hafifletme. Kimisi bu kaçışı anlamlandırmaya çalışır ve der ki: Ben bu acıya dayanamıyorum. Evet, dayanamıyoruz ama karşımızdaki bunu yaşıyor. Gerçek ne, onun böyle bir seçeneği yok. O yaşıyor ama artık evladı yaşamıyor.
Ne yazık ki, biz daha az ‘gördükçe’ bu travmalara yenileri eklendi. Bir gece uykusunda, bir tatil hediyesinde, en sevdiği tren yolculuğunda, okulunun bahçesinde, aşık olduğu gencin yanında… Ölen çocuklara her gün yenileri ekleniyor. Ve ‘kötücül ikizimiz’ sanal dünyada hesap sormaya odaklandıkça aslında biz mağdurları yalnız bıraktık. Çünkü ‘kötücül ikizimiz’ mavi ekranda vicdanını rahatlatıp, sövüp içini döküp yatıp uyumak istiyor. Paylaşım kustuktan sonra en fazla bir ay sonra her şey unutuluyor. Mağdurlar esas o zaman ‘canlı’ dünyadaki gerçek mağduriyetle; yapayalnız bırakıldıklarında bir kez daha yanmaya başlıyorlar. “Lütfen bizi unutmayın…” çığlıkları artık küçük haberler olarak yer alıyor.
“Yıkıcı kuvvet başka bir insandan geldiğinde ise buna vahşet denir. “
İnsan eliyle yaratılan travmalarda geride kalan mağdurların iyileşebilmesi, güçlerini tekrar kazanabilmeleri, yeniden hayata bağlanabilmeleri öncelikle dünyanın adil bir yer olduğuna dair inançlarının yeniden kazanılmasına bağlıdır. Tam da bu nedenle aileler ömürlerini adaleti tesis etmeye adarlar. Çünkü kalanların yaşayabilmesi ancak adaletin yerini bulmasıyla mümkündür.
“Travmatik deneyimin başkalarıyla paylaşılması, anlamlı bir dünya duygusunun onarılması için bir ön koşuldur.”
Tam da bu nedenle artık mavi ekranla ‘ikizliğimizin’ yerini gerçek insani bağlar ve sorumluluklar almalıdır. Çünkü yangın hala sönmedi ve sönmeyecekte…
Alıntılar: Judith Herman, Travma ve İyileşme kitabından